Şimdi, bu serinin üçüncü yazısını okuyor olacaksınız. Bu arada, arkadaşlarımla değişik açılardan konuyu masaya yatırdık. İtiraf edeyim, altından kalkamadık. Çünkü, o kadar çok enteresan fikirler ortaya çıkıyor ki, onları yazmaya kalksam bu yılın sonuna kadar tüm yazılarımı bu konuya ayırmak zorunda kalabilirim.
Ama kısa kısa bunlardan söz etmezsem çok rahatsız olurdum. İzleyin, okuyun sonra da karar verin, hangi model daha uygun olacaktır diye…
Bazı arkadaşlarım, bunun bir tasarım işin olduğunu söylediler. Yerel yönetim tasarım mühendisliği olsun diyerek noktayı koydular.
Görsel sanatlarla uğraşan dostlarımın görüşleri konunun kent estetiği üzerinde yoğunlaşması gerektiğinde birleştiler. Ara Güler’in yapay zekâ ile geliştirilmiş fotoğraflarından yola çıkarak nasıl bir görsel olmalı modelinden esinlenilmesi gerektiğini özetlediler.
Motosiklet satan, motosikletle uğraşan arkadaşlarımla yaptığım görüşmede, motopark’ı olmayan bir kent kent değildir deyip, konuyu kestirip attılar. Şimdi çıkın bakalım işin içinden...
Bir zamanlar İstanbul değil, Türkiye’nin her yerinde motosiklet için “Şeytan Arabası” denilirdi (Aslında hâlâ da aynısı söyleniyor ya…). Taksi esnafı ve dört teker kullanıcıları bu aleti bırakın tanımayı, trafikte görmüyorlardı bile… Zaman zaman bu sürücülerle yaptığımız görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanıyordu. Sonunda biz motor kullanıcıları şuna karar verdik: Bir neyi istersek kendimizi unutturabiliriz? Biraz düşünün bakalım… Hemen aklınıza gelmedi değil mi? Yazayım, onların başına elektrikli skuter’ler üşüştü. Şimdi her yerde onların hükümdarlığı sürüyor. Motorlar kendilerini unutturdu gibi…
Ama şu sokaklarda, caddelerde cirit atan, kırmızı ışık bilmeyen, kaldırımdan gitmeyi maharet sayan moto-kuryeleri görerek bunların motorcu olduğuna sakın inanmayın. Onlara bakarak motor kullanıcılarına büyük bir haksızlık yaparsınız. Motor kullanmak başka bir iştir ve işin bir başka tarafı, akıllı insanlar motor kullanırlar.
Yollar, kaldırımlar, park yerleri, trafik işaretleri, lambalar… Yurtdışına çıktığım ilk zamanlarda kullanmakta olduğum aracımın aynısını kiralıyor ya da tarafıma tahsis edilmesini isterdim. İlginçtir, bizim bazı şehirlerimizdeki yollara göre daha kötü zemini olan yollarda ilerlememe rağmen araç içine zerre kadar ses girmiyordu. Ülkemde kendi aracımla son derece iyi zeminli yolda giderken neredeyse tüm sesler araç içine geliyordu. Bunu bir markanın bayisi olan dostuma sordum: Cevabı ilginç idi: “Ülkeye göre araç ithal ediyoruz…”
Diyeceksiniz ki bu konu ne alaka? Yerel yönetimlerde, eğer çok güzel bir yol yapsanız da eğer kullandığınız aracın, lastikleri, fitilleri iyi bir izolasyona sahip değilse, inanın o yol bile eleştirilir! O halde hiç üşenmeyip, ülkeye getirilen araçların özel bir kalite kontrolünden geçirilmesi gerektiğini bir kenarda tutmalısınız…
Ağaçlar, ormanlar, korular, çeşitli bitki örtüleri, tarihsel yapılar, müzeler, konser salonları, sergi salonları, limanlar, tren istasyonları, marinalar, sanat galerileri, spor kulüpleri, havalimanları, metrolar, toplu ulaşım yol ve güzergâhları, camiler, hamamlar, maratonlar, gönüllüler, bisikletçiler, sarnıçlar, çeşmeler, stadyumlar, parklar, bahçeler, sinemalar, üniversiteler, fabrikalar, yüzme havuzları, İstanbulPark, atölyeler, berberler, manavlar, meyhaneler, lokantalar, sebze pazarları, dönerciler, kasaplar, balıkçılar… Devam edeyim mi?
Dur dediğinizi duyar gibiyim. Üçüncüsünü bekleyin dememe rağmen ortaya yine bir taslak çıkmadı. Sanıyorum bu işe ara vermek zorundayım. Ankara’da Yusuf Yalkın, İzmir’de Avni Erboy, Kocaeli’de Hakan Yağcıoğlu bana bozulmaya başladılar. “Hocam, bırak bu işleri spora dön artık” dediklerini hissediyorum.
Haftaya, Léon Marchand’ın Paris’teki Olimpiyat Oyunlarında yüzmede kazandığı 4 altın madalyasını konuşalım mı?
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!