Fotoğraftaki bebek yakın zamanda kaybettiğim babam. Babam 7 Aralık 1936 doğumlu olduğuna göre bu fotoğraf (orjinali siyah-beyaz tabi) ya 1936 sonları ya da 1937 başlarında çekilmiş olsa gerek. Yani Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişin 13 ya da 14'üncü yılı henüz. Fotoğrafta aileye sonradan katılacak olan amcam ve en küçük halam yok. İki halam, babam, dedem ve babaannem var. Bu fotoğraftaki giyim-kuşamın birebir aynısı ile bugün yine bir fotoğrafçıya gidilip aynı aile fotoğrafı için bu poz verilse hiç de yadırganmayacaktır. Aradan 80 yıldan fazla geçen zamana rağmen... İşte Atatürk'ün ve kazandırdığı cumhuriyetin, devrimlerinin bizlere kattığı şeyin belki basit ama bir o kadar gerçek olan örneği bence bu fotoğraf! Tabii ki de Selanik'ten gelen babaannem ve Karşıyakalı dedem için bu dönüşüme adaptasyon daha kolay ve hızlı olmuş olabilir belki, ama bu durum zamanla tüm Türkiyeyi de kapsayacak şekilde yayılacak, çağdaş Türkiye dünya vitrininde gururla yerini alacaktı... Bu mirası korumak da bizim en temel vazifemiz olmalıdır!
Belediye'nin yol kenarlarında yer alan reklam panolarından birinde gördüğüm bir ifadeydi yazımın da başlığı olan ''Onsuz Kasım''... Bu, bana hem babam olmadan geçirdiğim ilk Kasım ayı olması nedeniyle hem de Atatürk'ün yokluğunun hüznünü ifade eden yaratıcı bir slogan olması nedeniyle, eklediğim fotoğrafla beraber bu yazıyı yazma ilhamı verdi...
Mustafa Kemal Atatürk sadece askeri bir deha değildi. Onun dünya genelinde gelmiş geçmiş en önemli devlet adamı kabul edilmesinin altında yatan asıl neden devrimleriydi. Atatürk devrimleri dünya genelinde saygınlığı olan bir ulus devleti yaratmıştı. Bunu yaratabilmesi için de atılması gereken ilk adım olan cumhuriyet rejimini benimsemişti. Kendisinin de zaten ifade ettiği, yaptıkları arasında en başa koyduğu şey de cumhuriyetti. Bunu '' benim en büyük eserim cumhuriyettir'' sözü ile çok net ortaya koymuştur. Çünkü cumhuriyet, beraberinde Atatürk'ün kafasındaki toplumsal yapıyı oluşturmasına da imkan tanıyacak olan tek yoldu. Kafasındaki toplumsal yapı ile ilgili şeklin oluşmasında belki de en ciddi tesir eden dönem ise balkan savaşı sonrasına rastlar. Atatürk 1913 yılında askeri ataşe olarak Sofya'ya gönderilir. 2 yıl boyunca batı medeniyeti ile yakın temas içersinde yaşar ve muhtemelen ilerde yapacağı kültürel atılımların ilham kaynağını da bu dönemden alır.
Atatürk çağdaş medeniyetler seviyesine gelebilmek ve hatta aşabilmek için onların koşullarında bir toplumsal yaşam gereğini görebilmiş bir liderdir. Osmanlı'nın son zamanlarında uygulamaya çalıştığı bazı bölük pörçük olan modernleşme çabaları toplumsal ekonomik ve siyasal temeller atılmadan ve tıpkısıyla aktarılmaya çalışıldığından başarısızlıkla sonuçlanmış ve asla toplumun geneline yayılamamıştı. Bunda asıl temel etken de; Atatürk'ün yaptığı gibi önce halkın egemenliğinin temin edilmemiş olmasıydı. Egemen olan bir zümre ve geleneksel otoritenin hüküm sürdüğü bir toplumda modernleşme çabalarının dikte edilerek yerleştirilmesi zaten mümkün olamazdı. Yanısıra Atatürk'ün yaptığı devrimler, tutarlı bir bütünün anlamlı parçaları olarak sunulmuştur. Böyle olunca da yeni alfabesiyle, giyimi-kuşamıyla, çağdaş dünyanın gerekleri ve onlarla entegrasyon için şart olan batı takvimi, batı saati uygulamaları ile, paşa-bey-efendi gibi ünvanlar kaldırılarak soyadı kanununun çıkarılmasıyla modern Türkiye Cumhuriyeti yaratılabilmiştir.
Osmanlı dönemi aile kurumu, Atatürk devrimlerinin değiştirmeyi amaçladığı en temel kurumlardan bir tanesiydi. Aslında Atatürk'ün aile yapısını değiştirme amacının altında yatan Türk kadınını özgürleştirme düşüncesidir. Türkiye'de değişen aile yapısının en önemli hukuksal temeli de Medeni Kanun'un kabulüdür. Yani konu sadece yüzeysel bir dış görüntüyü, giyim tarzını değiştirmekten ibaret değildir. Zihniyetleri değiştirmek temelinde, bunun yansıması olarak da dış görünümün bu zihniyet değişimine eşlik etmesini sağlama isteğidir asıl olan... Ne yazık ki bu durum günümüz dünyasında da halen gerek kişi bazında gerekse milletler bazında bir kategorizasyona yol açan realitedir. Birleşmiş Milletler toplantılarında dahi dikkat ederseniz geleneksel giysileriyle yer alan Arap ülkeleri, Hindistan veya bazı Afrika ülkeleri temsilcileri mevcutken, eteğiyle katılan bir İskoç ya da kızılderili-kovboy kostümlü bir Amerikalı veya üzerinde antik Yunan veya Roma kostümü yer alan bir İtalya, Yunanistan temsilcisi, yandan tüylü alpine şapkalı Alman, kalpaklı Rus, samuray giysili Japon göremezsiniz. Ve saydığım bu ülkelerin dünya üzerindeki refah seviyelerinin, eğitim ve entellektüel düzeylerinin mukayesesini de yapacak olursanız kastettiğim kategorizasyonun ne anlama geldiğini daha iyi görebilirsiniz. İşte Atatürk'ün asıl zihniyet anlamında yapmak istediği devrimin, şekilsel karşılığının da önem arz ettiğini bu açıdan bakınca görmek mümkün.
Bu konu günümüzde hala türban üzerinden kimi zaman tartışma konusu haline getirilen bir konu olmaktan maalesef çıkamamıştır. Konu kişisel tercihlere zoraki müdahale konusu değildir halbuki. Dini inanç ve geleneklere karışma hadsizliği ise hiç değildir. Öylesi bir nitelendirmede bulunulacaksa da bunun tek muhatabı cumhuriyet dönemi de olmamalıdır aslında. Daha öncesinde de kılık kıyafete dair yapılmış hamleler mevcut. Padişah 2'nci Mahmut 1826 yılında sarık ve cübbeyi yasaklayıp devlet memurlarına fes, pantolon, ceket giymeyi zorunlu kılmıştı. Fes de öyle zannedildiği üzere Fas kökenli değil Tunus kökenlidir. İlk olarak kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa, yeniçeriliği kaldıran 2'nci Mahmut'un onlardan hiç iz kalmamasını istediğini duyunca 2'nci Mahmut'un huzuruna kendisi ve tayfasının başında Tunus'tan getirdiği fes olacak şekilde çıkar ve bunu gören padişahın çok beğenmesi üzerine 1832'de tüm ordu mensuplarının fes giymesini zorunlu hale getirir. Takip eden dönemde de Sultan Abdülmecit ilk kravat takan padişah olacaktır. Bu da yüksek sivil memurların ve devletin ileri gelenlerinin de kravat takmasına yol açmıştır. Yani cumhuriyet döneminde şapka ile başlayan ve sonrasında doğal süreç içersinde diğer kıyafetlerde de dönüşüme yol açan süreci kalkıp da mesnetsiz iddialarla yargılamak, daha öncesinde de yapılanları görmezden gelmek büyük haksızlık olacaktır. Önemli olan modern çağa ayak uydururken yaşanan dönüşümlerin dikte yoluyla değil sürecin doğal döngüsüne paralel yaşanması, yaşatılmasıdır. Neticede aklın yolu birdir ve varılacak nokta akıl yolundan ilerlerken kaçınılmaz bir şekilde olması gereken olacaktır zaten.
Atatürk her ne kadar çağının çok ilerisinde bir lider olsa da bir gün gelip de kendisinin bazı sözlerinin de yanlış çıkabilme ihtimalini hesaba katarak bu konuda da bir şeyler söylemekten çekince görmeyecek kadar mütevazi ve öncelikle milletinin iyiliğini düşünen bir karaktere sahipti. Buna paralel olarak sarfettiği şu cümleyi örnek gösterebiliriz; ''eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin''... Henüz ters düşeni görmedik Atam, ancak on yıllar sonra da olsa söylemiş olduğun pek çok gerçekle yüzleştik ve yüzleşmeye de devam ediyoruz. Yanımızda değilken de sözlerinle, devrimlerinle yanımızdasın. Ne mutlu ki böyle bir lideri Allah Türk toplumuna nasip etmiş..! Kendisini saygıyla ve özlemle anıyoruz...
Sağlıcakla kalın
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!