İnsanoğlu, doğar, büyür, bir süre yaşar ve ölür... Öleceğini bile bile, yaşamın karşılaştırdıkları karşısında ise yeri gelir sevinir, yeri gelir üzülür, yeri gelir hayal kırıklığı yaşar, yeri gelir sürprizlerle karşılaşır ve o an hangi duygu hakimse onun üzerinde yarattığı tesirdir o an için ona ''her şey'' anlamına gelen... Düşünmez, belki saatler içersinde öleceğini ya da uzun yıllar sonra da olsa o nihai sonun kaçınılmazlığını... Allah, insanlara diğer canlılardan farklı olarak idrak yetisini ve sonunda ne olacağını bilme ayrıcalığını vermiştir. Ve sonuç itibariyle de yaşarız öleceğimizi bile bile, bunu çoğu kez aklımıza bile getirmeden, çoğu kez küçük sorunları büyüterek, çoğu zaman ne kadar lüzumsuz olduğunu akla getirmeksizin hırslarımızın bizi yönettiği şekilde... Buna paralel olan Özdemir Asaf'ın mısraları da mevcut. Asaf da; insanın bunu başarabilmesini öleceğini aklına getirmemesine bağlamış ve ''Kaybedeceğini bile bile mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an... Bozmadım.'' satırlarıyla ifade etmişti... Ölümden sonrasına dair olan ahiret inancıdır belki de, insanları ölüm karşısında bu kadar umursamaz ya da farklı bir bakış açısıyla yaklaşılırsa ''hazırlıklı'' yapan. Kimbilir, dinler aracılığıyla Allah tarafından kelamlarının insanlara iletilmesinin bir nedeni de budur belki! İnsanoğlunda öleceğini bile bile yaşayabilmeye devam etme iradesini hakim kılmak için belki de...
Orhan Veli'nin ''kitabe-i seng-i mezar'' şiirinde geçen; ''ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı'' sözü, aslında ölüm kavramına olan yaklaşımın, korkudan ziyade sevdiğinle bir daha birlikte olamamak açısından duyulan üzüntü olduğunu ne de güzel özetliyor! Hele ki söz konusu aile ise... Ailenden birinin ve bu birinin en yakınlarından biri olması durumu söz konusuysa hele, bu üzüntü de katlanarak artıyor. Tüm bunları bana yazdıran neden, çok yakın bir dostumun ve köpeğim Buddy'nin veteriner hekimi olması vesilesiyle tanışıp da sonradan aramızda güzel bir arkadaşlık kurulan bir diğer tanıdığımın iki gün arayla almış olduğum babalarının vefat haberleri aslında. Çok da az olmayan aralarla mütemadiyen vefat haberleri alıp duruyoruz zaten. Ancak bu kez üzerinde durup da beni düşündürdü aldığım son iki vefat haberi. Belki de kendi babamla ilgili duyduğum kaygılarım beni şu sıralar duygusallaştırdığından bilemiyorum...
Geriye dönük olarak, kaybettiğimiz eş dost, hısım akraba ve onların yakınlarına yönelik bir bakış atıp, yaşanan bu kayıpların hangi sırayla yaşandığını gördüğümde ezici bir üstünlükle aile babalarının önceden kaybedildiğini farkettim. Acaba bu durum sadece bilimsel anlamda östrojen hormonunun (kadınlarda daha yüksek seviyelerde bulunan ve bazı kadınsal döngülerin işleyişini sağlayan hormon) sahip olduğu koruyuculuk (özellikle kalp ve damar hastalıklarına karşı) sıfatından mı kaynaklanıyor, yoksa yaşanan hayat keşmekeşinde daha çok yıprananın evin babası olması gibi bir faktör de söz konusu olabilir mi!? Sosyal anlamda daha çok yıpranan tarafın erkek olduğunu iddia etmek de ne kadar akılcı, o da ayrı bir konu... Bunlar cevaplanması oldukça güç sorular... Bu konuda genel anlamda eğer istatistiki veri varsa, bunu her ne kadar bilmiyor olsam da kendi yakın çevremden gözlemlediğim bir gerçek, babaların daha erken bu dünyadan göç ettikleri...
Kadın; evini, eşini, çoluk çocuğunu çekip çevirendir. İster çalışan olsun, ister çalışmayan bu bir gerçek! Zaten babalar günü diye bir kavram yokken anneler günü diye bir kavram da bu yüzden vardı ve geçmişi de bundan dolayı çok daha eski belki de! (resmi olarak her yıl mayıs ayının ikinci pazar günü anneler günü olarak 1914'de, yine resmi olarak her yıl haziran ayının üçüncü pazar günü babalar günü olarak 1966'da ilan edildi). Kendi adıma benim de zaten babalar günü tanımlamam, sokak ağzıyla olacak ama, çocuk için biraz ''yancı'' konumunda ihtiyaç gideren olup da, babaya ithafen sanki zorunlu olarak, ayıp olmasın diye icat edilmiş bir gün şeklinde olmuştur hep... (bu arada ben de bir baba olmama rağmen bunu böyle söylüyorum). ''Cennet anaların ayakları altındadır'' diye bir hadis olup da babaların ayakları altında denmediğine göre zaten, bu saptamam bir gerçek kanaatimce.
İyi, hoş ve tüm bunların hepsi hem güzel hem de doğru da peki niye onca çileyi çeken, onca zorluğa göğüs geren, sorumluluğun en hasını en ağırını üstlenen kadınlar olduğu halde daha önceden yorulan, hastalanan (ansızın cereyan eden kazaların neden olduğu ölümleri hariç tutarak) ve önceden kaybedilen hep babalar oluyor öyleyse?! Bunun cevabı acaba; kendilerine duyulan ihtiyacın daha az olmasında mı saklı?! Tanrı, acaba ''sana daha az ihtiyaç var, daha erken alayım yanıma'' mı diyor?! Sanırım bu da fazla acımasız bir yorum olur... Bir genelleme yapacak olursak, peki öyleyse neden babalar hep önce gider? İşte bu noktada verilebilecek tek cevap var galiba; takdir-i ilahi..!
Başkaca bir cevap bulamamış olsam da en azından bir tavsiyede bulunabilirim; anne ya da baba ya da bir başka sevdiceğin, her kim için ki yüreğinde sevgi varsa, sana verilmiş olan ilahi iradeyi kullan ve her faninin ölümü tadacağını bilsen bile hayatta olan sevdiklerinle sanki yaşamın ucunda ölüm yokmuşcasına, geçirdiğin anların tadını çıkar. Nihayetinde ölüm olduğu fikri aklına geldiği zamanlarda ise onlarla geçireceğin anların sayısını arttır...
Allah tüm yakınlarını kaybedenlere ''neden'' sorusuna cevap arattırmayacak şekilde sabırlar versin. Kaybettiklerimize de Allah rahmet eylesin... Anne-babaları, sevdikleri hayatta olanlar da onların değerini bilsin...
Sağlıcakla kalın...
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!