1920 yılında Antalya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti tarafından, İzmir’in işgaline tanık olan bir zatın kaleminden İzmir’in işgalinin ilk günleri hakkında ayrıntılı bilgiler veren “İzmir’de Neler Oldu?” isimli kitapçık bastırılmıştır. Kitapçığın üzerinde, bu kitapçığın “her Müslümanın okuması gerektiği” belirtilmekte ve “okuyan okumayana versin ve herkes bunu birbirine anlatsın” uyarısıyla “Şu ibretli yazıları okuyup uyanalım” ifadesi bulunmaktadır. Kitapçıkta özetle şöyle denilmektedir; “Yunanlılar daha İzmir’e girmeden Rumlar hazırlıklara başladı. Yüz seneden beri incitilmeyen, askere alınmayan, ticaret ellerine bırakılan ve ülkemizin en güzel yerlerinde rahat bir şekilde yaşayan Rumlar, Yunan’ın İzmir’e geleceğini haber alınca İzmir’in, civar kasaba ve köylerin haritalarını çizip, Müslümanların evlerini, mallarını işaretlemeye başladılar. Başta İzmir Metropoliti Hrisostomos olmak üzere papazlar kiliselerde; “Ey Allah’ın sevgili kulları olan Rumlar kuyuları derin kazın, bıçaklarınızı bileyin, yakında bu kuyuları Türklerin leşleriyle dolduracağız” şeklinde konuşmalarla Rumları teşviklerde bulunmuşlar. Bu durum İzmir valisine sorulduğunda, o da sudan bir cevap ile işi örtbas etti. Rumların hazırlıklarını yapıp bitirdikleri bir zamanda Yunan vapurları İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan zırhlılarının gözü önünde İzmir limanına demir atarak askerlerini ve cellatlarını Kordon’a çıkarmaya başladı. Kordon boyunu dolduran Rumlar ve papazlar Yunan bayrakları açarak, “Yaşasın Yunanlılar, gebersin Müslümanlar, intikam alınız kahramanlar” diyerek alkışlarla Yunan ordusunu karşıladı. Adeta kana susamış Yunan orduları sekiz, on kol oldular. Evvelce Rumların hazırladıkları haritaları alarak, Rumların ve papazların kılavuzluğunda şehrin dört bir tarafına ilerlemeye başladılar, rast geldikleri Müslümanlara süngülerle, dipçiklerle saldırdılar, attıkları her adımda en kaba küfürleri savurarak Müslümanları öldürmeye başladılar. Kordon üzeri bir kasaphaneye dönmüş idi. Şurada bir zavallı ihtiyarın sekiz on yerinden süngülenmiş naaşı, Yunan çizmesiyle tekmelendikçe on birlerce Rum “Yaşa” diye bağırıyor, tütün mağazasına çalışmaya giden çocuğu sırtında bir kadın kanlar içinde, saçlarından sürüklene sürüklene getirilip Rum kümelerinin gözü önünde karnı yarılmak, gözü çıkarılmak suretiyle parçalanıyor ve böylece her Müslüman şehit edildikçe gözleri çanaklarından fırlamış katiller “Yaşa” diye bağırıyorlardı. İzmir’in en namuslu, bilgili memurları, eşrafı, tüccarı, öğretmenleri toplanmış, başları, gözleri dipçik ve süngüden kana boyanmış bir halde kordon üzerinde inleyen, kanlar içinde boğulan Müslüman naaşları arasından Yunan gemilerine götürülüyordu. Hele biri dipçikten yere düşsün de derhal toparlanıp kalkmasın, hemen sekiz on çizme ve tekme kafatasını Kordon’un taşlarıyla yamyassı bir hale getirirdi. Kordon bu haliyle kan dökülen, can sökülen bir kasaphane idi. Diğer taraftan Kemeraltı’nda ne dükkan bırakılıyor, ne mal, ne ırz... Silah seslerini takip eden ah ve of sadaları ile şurada burada Müslümanlar şehit ediliyor, evler basılıp yaşlı ve genç kadınların ırzlarına tasallut ediliyordu. Artık vahşet bütün dehşetiyle İzmir’i yakıp kavuruyordu. Öğlene doğru kordon üzerinden göğsünün sekiz yerinden süngülenmiş kan içinde Askerlik Şube Başkanı Albay Süleyman Fethi Bey, bir alay canavar sürüsünün ortasında dipçikler altında yürütülüyordu. Süleyman Fethi Bey kışlada Yunanlıların hücumuna maruz kalmış, elindeki Kur’an-ı Kerim’i alıp ayaklarıyla çiğnemeye başlayan Yunan subayına vurduğu tokattan sonra süngülenmiş, kan ve göz yaşları içinde Kur’an-ı Kerim’i yerden alıp öpüp başına koymuş, bu sırada etrafını saran Yunan asker ve subaylarının ikinci hücumuna maruz kalmış, ertesi gün şehit olmuştur. Hisar Camii’ne murdar ayaklarıyla giren Yunanlılar Kur’an-ı Kerim’leri sokaklara kadar fırlatıp atarak “burayı kilise yapacağız” diye bağırıyor, 70 yaşındaki imam efendiyi ellerini bağlayarak döve döve hapse götürüyorlardı.
Menemen’de Kaymakam boğazına ip takılarak yerlerde sürüklenmiş, vücudu delik deşik edilerek şehit edilmiş, üç yüzden fazla Müslüman kızın namusu berbat edilerek süngülenmiş şehit edilmiş. Camilere sığınan yaşlılar, kadınlar kimi gözü çıkarılarak, kimi karnı yarılarak, kimi saçlarından ateşe verilerek hunharca şehit edilmiştir. Bergama’da kadınlar öldürüldükten sonra naaşları yakılmış, bin iki yüz Müslüman çeşitli işkencelerle şehit edilmiştir. Hiç şüphe edilmesin ki İzmir’de ve diğer yerlerde yapılan zulümler, Bursa’da, Uşak’da, Salihli’de hem de daha kanlı ve daha dehşetli bir şekilde yapılmaktadır. O güzel yurtlarımız da Yunan zulmünün altında inim inim inliyor, oralarda da Kur’an ayaklar altında, İslam ırz ve namusu Yunan hırsının azgınlığının karşısında, İslam’ın malı mülkü Yunan’ın kanlı ve katil tırnakları arasında eziliyor, inliyor, yok oluyor. ”
“İzmir’de Neler Oldu?” kitapçığında anlatıldığı gibi işte böyle bir durumda, İzmir’in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket ederek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, düşman işgaline karşı Türk Milli Mücadelesini fiilen başlatmış, Atatürk’ün Samsun’da fitilini ateşlediği Milli Mücadele, üç yılın sonunda 9 Eylül 1922’de düşmanın İzmir’den denize dökülmesiyle sona ermiştir. İzmir’in Kurtuluşu, Milli Mücadelenin sona ererek Türk Milleti’nin kurtuluşu ve bağımsızlığını elde edişinin simgesi olmuştur.
Atatürk 13 Ekim 1925 tarihinde “Sevgili Hemşehrilerim” dediği İzmirlilere hitaben şöyle demiştir; “Saygıdeğer İzmirliler! Siz çok üzüldünüz, çünkü çok acılar ve eziyetler gördünüz. Mutlusunuz, çünkü bütün memleket sizi kutsal bir kurtuluş hedefi olarak kabul etmiştir. Ahmak düşman buraya gelmeseydi, belki bütün memleket dikkatsizlikte dalmış olarak kalırdı. Siz bütün millet adına, bütün memleket adına sıkıntı çektiniz. Fakat bugün bu sıkıntının ödülüne sahipsiniz. Tebrik ederim. Bütün dünya duysun ki efendiler! Artık İzmir, hiçbir kirli ayağın üzerine basamayacağı kutsal bir topraktır.”
9 Eylül İzmir’in kurtuluşunun yıl dönümünü kutlarken bu cennet vatanın, milletimizin, devletimizin, bayrağımızın varlığını, istiklâl ve hürriyetimizi, milletçe namus ve şerefimizle yaşıyor olmamızı borçlu olduğumuz Ulu Önder Atatürk’ü, aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi bir kez daha hatırlayalım. Onlar bize hür bir vatan bırakmasaydı varlığımızı devam ettirebilir miydik? Huzur ve güven içinde yaşayabilir miydik? Bayrağımız dalgalanabilir miydi gönderde? Ezanımız okunabilir miydi minarelerde? Kur’an okuyabilir miydik? İbadetlerimizi rahatça yapabilir miydik? ...Minnetarız onlara... Ruhları şad olsun. Mekanları cennet olsun. Devletimiz milletimiz var olsun.
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!