Sosyal medyaya bakıyorum da, çoğu zaman şaşırıp kalıyorum…
Küfürleri yağdırdığı, “Adam mı o?” diye arkasından söylemediğini bırakmadığının yaş gününü kutlarken, methiyeler düzüyor. Sanki yazdığı dün, yerin dibine soktuğu adam değil…
Bu ne perhiz, ne lahana turşusu…
İnsan normal hayatında neyse sosyal medyada da o olmalı.
Yok! Onun kitabında, yaşamda gerçek yüzü, sanalda bildiğiniz gibi fırıldak hali…
Al birisini, vur diğerine… Ne yazık ikisi de aynı kişi…
Aslında nerede olursa olsun kendi benliğini aynaya yansıtıyor. Adeta “Bu benim, gerçek kimliğim, benliğim, ruhum bu” diye haykırıyor!
“Kim?” veya daha ileriye gidip “kimler?” diye sormayın.
Düne kadar kıyıda köşede kabuğuna çekilip de, bir an da ortaya çıkıp yeniden prensi oynayan, her dönemde, herkese nazar boncuğu dağıtıp, arkasından söylemediğini bırakmayan… Herkesin sevdiği gibi görülüp de, hiç kimsenin sevmediği, her şeyini borçlu olduklarına, kendisini bu günlere getirenlere sırt çevirenler; ne hikmetse “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı” misali yine yerini bulmuyor mu?..
Tamam, onu bilenler biliyor da… O’na dün hakaret ederek, suçlayanların bugün kol kanat gererek, şeytanı melek yerine sokanlara, tek kelime ile ödüllendirenlere ne demeli?
Ne oldu da; birkaç yılda her şey tersine döndü? Ne değişti?
Daha dün söylemediğini bırakmayanlar, yaptıklarını, yapmadıklarını anlata anlata bitiremeyenleri geçtim... “Sadece o mu?” diyerek herkesi hayrete düşürenlerin, bugün elinin üzerinde tutarak kol kanat germesi şaşkınlık yaratıyor. “Gel beni kurtar” mı, yoksa “Ben beraber oynayalım” mı?
Çözülmeyen hiçbir sır yoktur, bu da yakında çözülür…
Confucius’un sözünü unutmayın; “Gerçeği bilenler ile onu sevenler, hiçbir zaman eşit değildirler.”
Aslında her kimse, insan; “Adam” olmalı… Üstelik “Adam gibi adam…”
Ne arkadan konuşmalı. Ne de konuşulmasına izin vermeli. Konuşturmamalı!..
Yoksa gördüğünde “Canım benim…” Giderken de arkasından “Ne yaramaz adam…” demek, kendi kişiliğini ortaya koymaktan başka hiç bir işe yaramaz!
Doğduğun değil, doyduğun yer elbette… Sen doğduğun yeri inkâr edersen, doyduğun yerde irdelenirsin!
Derler ya; “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” diye…
Bir de ne demişler biliyor musunuz?
Bazı insanlar “karakter” ile “krakeri” birbirine karıştırıyor.
Aman siz siz olun da karışıklığa meydan vermeyin.
Kesinlikle farkındasınızdır yaşamda her geçen gün yeniliklere bile yetişemiyor, insanoğlu... Hele hele teknoloji o kadar hızlı ilerliyor… Akıllı telefonlar, kolsuz kapılar, şoförsüz araçlar… Bir de bunlara eklenmez mi? Karaktersiz insanlar…
Amerikalı yazar ve şair Heinrich Karl Bukowski’in sözüdür: “Güvensiz kalplerimizi, karaktersiz insanlara borçluyuz.”
Neden diyorlar; en yakınına bile güvenme diye. Sözlenmeyen bir sözden şüphe duymak ve yargısız infaz etmek. Yukarıdaki sözden olsa gerek. Duyulan, duyurulan her neyse, gerçekleri araştırırsan o zaman sana da güvenilir. Bunu unutma.
Sporda tek tesellimiz bu tiplerin daha az olması mı acaba?
Oysa yaşamın her yerinde rastlamanız olası.
“Ben 90 dakikayı kurtarayım, sonrasından bana ne?” mantığını güdenler, sadece yeşil sahalarda mı sanıyorsunuz?
Bunun en güzel örneklerini siyasetin tam göbeğinde görebilirsiniz… Gününü kurtarmaya ve bulunduğu alandan yararlanmaya çalışanları nasıl temizleyebileceksiniz?
Üstelik yıllarınızı verdiğiniz partinizin listesinde diye hiç tanımadığınız, görmediğiniz, sizin semtinizden, ilçenizden, ilinizden bile olmayan birisine oy vererek, makama yollarsanız, halkın arasında sokak sokak dolaşacağına, parti parti gezince hiç kızmayın!
Kızacaklarınız başkaları ama kızamıyorsunuz! İçinize atıp da; sevginizi kalbinize gömüyorsunuz.
Oy verirken kime, neden, niçin vereceğini ve verdiğini bil artık! Elbette kavun değil koklayacaksınız ama bir gerçek de profesyonel futbolcu olmadıkları. Böyle olsalar, her transfer borsası açıldığında daha fazla verene giderek o takımın formasını giymelerini normal karşılarsınız.
Bu konu da bambaşka zaten… Ülkemizde sevilerek oynanan, milyonları peşinden sürükleyen üç branşın (futbol, basketbol, voleybol) ana kadrosunda ara ki, Türk gencini o gönül verdiğin formayla göresin…
Örnek mi istiyorsunuz: Anadolu Efes-Fenerbahçe basketbol maçında sahadaki 10 basketbolcu da yabancı… Sözüm ona Türkiye Cumhuriyeti’nde İstanbul takımlarının derbisi…
Potada, yeşil sahada senin için kutsal olan formayı; 90 dakika, 40 dakika ve 3 set (4 veya 5) dünyanın dört bir yerinden gelen, bazen geldiği memleketin nerede olduğunu bile bilmediğin sporcular giymiyor mu?
Bu kadar ayıp da bize yeter!
Sonra da çıkıyoruz; Türkiye’de sporcu neden yetişmiyor diye bas bas bağırıyoruz…
Sen ülke gençliğine fırsat tanımaz, semtinin takımına sahip çıkmaz, çocuklarına imkan vermez, kendi şehrinin gencini listeye koymaz, makamlarda oturmasına, halkına hizmet etmesine şans vermezsen sonra etrafını saran fırıldaklara ve seni arkadan vuranlara hiç kızma!..
Kızmak deyince aklıma geldi.
Karşıyakalıların “Stat” dediğindeki kızgınlıklarını bilenler çok iyi biliyor.
Nasıl kızmasınlar?
İlk yıkılan, halen yapılmayan stat unvanını taşıyan Karşıyaka Stadı, keşke yerinde dursaydı.
Şu anda Karşıyaka Spor Kulübü’nün idari binası, lokali, yelken, tenis şubelerinin idari binaları ve lokalleri, tenis kortları, basketbol, voleybol, cimnastik, bale salonları, atletizm pisti, atlama havuzu ve futbol sahası olacaktı…
Sadece Karşıyaka Spor Kulübü mü? Bazı amatör spor kulüpleri de yararlanıyordu, tesislerden… Sabahları Karşıyakalıılarla cıvıl cıvıl oluyordu atletizm pistinin çevresi… Spor yapanlar ve çocukların mutluluğu. Onlar da yok oldu, maziye kavuştu…
Şimdi seçim dönemine gireceğiz. Yine birileri çıkıp “Yapacağız” diyecek.
Elbette yapmak istendiği takdirde yapılacak. Ama ne zaman?
Hükümet kanadı, “Yapacaktık ama belediye biz yaparız diye istedi. Verdik” diyecek.
Belediye yetkilileri de “Pürüzler var, kaldırsınlar. Yapacağız” yanıtını verecek…
Bunun özeti ne biliyor musunuz?
Alan memnun, satan memnun…
Futbol oynadığı dönemlerde hayranlıkla izlediğim, düne kadar süper ligde takım çalıştırır dediğimiz eski milli futbolcu Yusuf Şimşek’in BAL’da ikinci sırada bulunan takıma antrenör olmasını hiç yadırgamadım.
Bu ülkede ne zaman ne olacağını hiç kimse kestiremez oldu!
Bakın yılların spor kulüplerinin efsane olmuş futbol takımlarına? Dönemlerinde fırtına gibi esip, rakiplerini kasıp kavuranlar şimdi nerelerdeler…
Vefa, Beykoz, Adalet, Yeşilova, Ülküspor… Kayboldular mı, yoksa hangi ligde mücadele ediyorlar? Bilen varsa anlatsın diyeceğimiz Süper Ligde yer alan Beyoğluspor, Feriköy, İzmirspor, Yeşildirek takımının son durumu nedir?
Türk Futbolunu Avrupa’da başarıyla temsil eden Orduspor 5 lig birden düşerek Ordu 1. Amatör Lige kadar geriledi… Önemli kalelerden birisi olan Karşıyaka da eski günlerini mumla aramıyor mu? Ya Akhisarspor’un paraşütsüz düşüşü…
Elbette sadece Türkiye’de değil, yurt dışındaki bir döneme damga vuran ekiplerden Fransız futbolunun köklü kulübü Bastia, İspanya’da ülkenin süper kupasını kazanan Real Zaragoza, İngiltere’de FA Cap’ı müzesine taşıyan esfane Portsmouth, Alman futbolunun köklü camiası 1860 Münih, bir ara amatör lige düşen İtalya futbolunun simge isimlerinden Livorno’nun bu sezon acaba hangi ligde oynuyor?
Japonların çok bilinen bir atasözü vardır: “Yedi kere yere düş; sekiz kere ayağa kalk!”
Ama bizdekiler düştü mü, o düşüş!..
Edwin Louis Cole’nin şu sözünü unutmayın: “Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.”
Kulüplerimiz için en güzel söz her halde!
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!