Yazmıştım… “Hakemsiz mi oynatsak?” diye…
Yarıfinal serisi sona erdi. Şimdi finalin ilk iki maçında Fenerbahçe Beko ile Anadolu Efes karşı karşıya geldi. Maçlar, normal sezonu ilk sırada bitiren Fenerbahçe olduğundan ev sahibi avantajı ile Ülker Etkinlik ve Spor Salonu’nda oynandı.
İzlediniz mi, bilemiyorum?
Genel kanı heyecanlı olması ama gerçek, hakemlerin maça verdiği, vermediği, gördüğü, görmediği faullerle damga vurması ve bu sezon pek çok maçta olduğu gibi yine kendilerinin ön plana çıkarak konuşulur olmasıydı…
Her iki maçta da iki takımın, tüm teknik heyeti, yedek oyuncuları, sahada oynayanlar, seyirciler aynı anda şiddetli bir şekilde itiraz ediyorsa vardır bunda bir bit yeniği diye düşünmeden edemezsiniz değil mi?
Her hatalı düdük sonrası sürekli itiraz ve teknik fauller… İş o raddeye geldi ki; haklı düdüğe de, haksız zannettikleri düdüğe de itiraz!
Düt, düt, düüüüüt!
Hiç kimse konuşmasın. Bu durumu bizler yaratmadık mı? Şimdi de; hakemlerimiz yerden göğe kadar haklı! Kararları da kesin… Onların astığı astık, çaldığı düdük!..
İç yüzünü kim bilebilir ki… Olasılık sıfırdır ama dedikodulara bakılırsa emir demiri kesiyormuş!
Tartışmamız kimin haklı, kimin haksız olduğu değil. Sahadaki adalet terazisinin her iki kefesinin de eşit olması…
Oysaki iş haklı demeye geldiğinde, bu ülke sporunda herkes haklı.
Federasyon haklı.
Takımlar haklı.
Taraftar haklı.
Hakemler haklı…
O zaman haksız olan kim?
İşte en büyük sorun burada. Çünkü cevabı yok!
Çok da klasik olacak “Kral çıplak” demek…
Bazen düşünüyor insan… Düşünmeyen var mıdır bilemiyorum?
“Boş ver, sana ne... Sen mi kurtaracaksın. Bırak Don Kişot olmayı da, yaşamına bak!” diyorsunuz…
İşte o öyle değil… Aldığın terbiye, usta öğütleri, bilgin, görgün, meslek saygın ve sevgin… İş disiplinin ve hayat görüşün seni boş vermişliğe götürmüyor aksine doğru düşüncen ile daha da hırslandırıyor…
Varsın o kırmızı ışıkta geçsin. Sen bekle yeşilin yanmasını… Belki bir görene örnek olur, o da durur...
Çöpü sokağın, kaldırımın ortasına değil de, atılması gereken yere bırakmayı küçüklüğümüzde aile, mahalle, okul da büyüklerimizden, öğretmenlerimizden öğrenmiştik… Denizin kirletilmemesi, ormanlık alanda sigara içilmemesi, ateş yakılmaması öğüt olarak verilmişti… Ağacın dallarının kırılmaması, çiçeğin bitkinin üzerinde güzellik yaratması bu nedenle de, koparılmaması gerektiği söylendi…
Dahası var…
Ya şimdi; bir vurdumduymazlık, “bana ne”cilik aldı başını gidiyor…
“Ben yaptım oldu!” Sonra da: “Burası senin mi?”
Evet bu vatan benim…
Düşünce teknoloji ile çağ atladı sanki.
Geleceğimizi planlamak yerine günlük yaşamak revaçta oldu. Günü kurtarayım da, sonrası kolay…
O zaman biz de bu noktada yapışıp kalıyoruz!..
Oysa ki; sporun temelinde ucuz antrenör ile günü kurtarma sevdasından çağ atlayıp sistematik bir kulübe dönüşen Altınordu, şimdi tarlasında yerli tohumla, yerli futbolcu yetiştiriyor ve Avrupa’ya ihraç ediyor… Diğerleri de dünyanın dört bir yanına turistlik seyahat bile yapamadan kataloglardan bulduğu ucuz yabancıları alarak ülkenin “kalitesiz futbolcu çöplüğü”ne dönüşmesi için var gücüyle çalışıyor… Sonra batıyor!
Geliri, giderini karşılayamadığından, ödemeleri yapamadığından sadece ülkemizde değil, Avrupa’dan da icralarla başı belaya gidiyor. Sonucunda kapıya kilit vurmak!
Hangisi doğru?
Öz çocuklarını yetiştiren yerli model mi? Yoksa Birleşmiş Milletler gibi, adını bile duymadığınız, bilmediğiniz ülkelerin futbolcularını dolduran takımlar mı?
Elbette balık baştan korkar…
Hindistan'ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri olan, görüşleri Gandizm olarak anılan, kötülüğe karşı aktif ama şiddetsiz direniş ve gerçek ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsü Mohandas Karamçand Gandi şu sözüne bakar mısınız?
“Siz kendi elinizle teslim etmedikçe kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.”
Bizim sporda bugün bu durumdayız…
Değişebilir mi?
Elbette. Bu bizim elimizde. Bu Türk Çocuklarına ve Türk Gençliğe güvenmekle, onlara sorumluluğu vermekle başlar.
İnsan sorumluluk bilincinde olduğu takdirde başaramayacağı hiçbir iş olamaz diye düşünüyorum. Elbette bunu verirken de güven, gerekli şans, tolerans ve sorumluluk bilincini ön planda tutmak şart.
Önümüzde Türkiye Futbol Federasyonu başkan ve yönetim kurulu seçimi var. Diyeceksiniz; ne değişecek!.. Ahmet gider, Hasan gelir… Hasan gider, Mehmet gelir…
Şu an aday olan Mehmet Büyükekşi’yi futbol emekçilerinden kaç kişi tanıyor?
Futbolun içinde hiç görülmeyen, sadece iki yıl boyunca Gaziantep FK’nin başkanlığını yapan Büyükekşi, bir ayakkabı firmasının sahibi. Deri ve ayakkabı sektöründe etkin, iş dünyasında görülen, burada da başarılı olmuş, halen de çeşitli dernek, vakıf, birliklerde aktif rol üstlenen iş insanı…
“Seçim tek adayla yapılacak” dediği, herkesin Büyükekşi’ye “Hayırlı olsun” temennilerinde bulunduğu anlarda bomba patladı!
Adaylık dilekçesinin kabulüne de dakikalar kala, 2. ve 3. Lig Kulüpler Birliği'nin de kurucu başkanı olan, İTÜ Yüksek Denizcilik Okulu'nun federe futbol kulübünde iki yıl, 1991'de yönetimine girdiği Pazarspor'da 16 yıl başkanlık yapan Hüseyin Yangın “Ben de varım” dedi ve Karadeniz’den de son dakikada gelen adaylık dilekçesi ortalığı birden bire şenlendirdi…
İş hayatına uzun yıllar denizlerde uzak yol kaptanı olarak çalışıp, ardından şirketini kurup kimyasal tanker işletmeciliğine başlayan “denizci” Yangın ile “ayakkabıcı” Büyükekşi’nin arkasındaki güçleri herkes biliyor bilmesine de onları koltuğa oturtacak olan kulüplerin oyları…
“Nehrin kaynağına saygısı, denize doğru akmasıdır” diye bir söz vardır. Bunu, 1952 yılında Sorbonne Üniversitesi'nden felsefe dalında, 1954 yılında SSCB Bilimler Akademisi'nde bilim dalında doktor unvanı elde eden, Fransız Komünist Partisi'nde etkin bir konumda yer aldıktan sonra partiden ayrılan Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy söylemiş…
Bir an için gözlerinizi kapatarak anlamını düşünün… Sonra da hayatı, dostlarınızı, arkadaşlarınızı, günümüzü aklınıza getirin…
Başarılı insanlar hangi dalda olursa olsun yaptığı işi sevenler ve ona saygı duyanlardır.
Bugün size iki isimden kısaca bahsedeceğim.
Birisi Emin Kökcü. Akhisar’ın ilk profesyonel olan futbolcusu… Uzun olarak anlatmama gerek yok. Kısaca “Adam gibi adam”lardan…
Diğeri de Tayfun Sezer. O da eski futbolcu. Karşıyaka, Akhisarspor dahil çeşitli kulüplerde başarıyla futbol oynadı. Sonra antrenör, yönetici, masterler kulübüne başkan oldu. Uzun yıllardır havacılık sektöründe. TAV İzmir Adnan Menderes Hava Limanında yıllardır başarıyla işini yapan bir müdür.
Futboldaki saygınlıkları, futbol terbiyesi ve sevgisi onları özel ve iş yaşamında da başarının doruk noktasına getirdi.
Bugün de bu iki örnek gibi milyonlarca örneği verebiliriz.
Demek istediğim şu ki; bizim çocuklarımıza yatırımı her alanda yapalım ki; modern, örnek alınacak, rol model olacak, ibretle bakılacak ve imrenilecek bir ülke olalım…
Bugün Türkiye Profesyonel Ligleri ve amatörlerde sayısız yabancı, milli takımlarımızda gurbetçi ve devşirmeleri konuşacağımıza; bizim çocuklarımızı alkışlayalım ki; başarının zirvesinde ay yıldızlı bayrağımızı göndere dikelim…
Bağımsız bir radikal Fransız siyasetçi olan Louis Germain Martin’in “Mağlubiyete uğrayınca ümitsizliğe kapılma, her başarısızlıkta bir zafer arzusu yatar” sözünü unutmamak gerekir.
Bir de; unutmayın büyük işler, küçük başlangıçlarla olur…
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!