Yaygın olarak sinema sadece bir eğlence objesi olarak görülür. Arada bir nedensellik ilişkisi var elbette. Doğası gereği film ticari bir şey. Seyircinin istekleri ve talepleri var. Örneğin, Western türü filmler bir zamanlar seyircinin tutkuyla istediği ve beklediği filmlerdi. Dolayısıyla, ne tür film yapılması gerektiğine seyirci karar veriyordu. Günümüzde ise, sinema sadece vakit geçirmek için kullanılan bir eğlence olmaktan ziyade, kitleleri etkileyen önemli bir iletişim aracı. Arzuları, düşleri, sorunları, çelişkileri kısaca hayatın farklı yönlerini beyazperdeye yansıtan, izleyicilerinde farkındalığı ve yaratıcılığı artırmada önemli yere sahip bir sanat dalı.
Film bir şey anlatmak için mi yoksa bazı beklentileri karşılamak için mi çekilmeli? Bu iki kriter önemli. Örneğin sanat filmlerinde yönetmen kendi düşüncesini ve beklentisini merkeze alarak çekiyor. Bu anlamda ayrım, eğlence merkezli filmler ve sanatsal filmler oluyor. Gişe merkezli filmlerde belli klişelere dayanılıyor ve insanların alışık olduğu duygulara hitap ediliyor. Misyon veya sanatsal filmleri yapmada ise teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanılıyor.
Ama hangi kritere bağlı olarak çekilsin, sinema bazen ibret, bazen nefret uyandıran, olumlu veya olumsuz yönde insanı kuvvetle etkileyebilen değişik bakış açılarını yansıtabilmektedir. Mesela Charlie Chaplin’in “Diktatör” filminin çok beğenilme sebebi belli politik bir duyguya hitap etmesinden çok, realiteyi dile getirmesinden kaynaklanmıştı. Sıradan bir insanın umutlarını ve beklentilerini dile getirdiği için sevmiştik. “Avatar” ise sadece kullanılan teknolojik yeniliklerle sınırları zorlamadı, ancak konusu ve misyonu ile de kitleleri büyüledi. Bazı filmler ise mütevazi görünümlerinin ardında seyreden hemen herkesi kendine bağlayacak bir kitle filmi oluverdiler. Bunun en tipik örneği, duygusallığı ağır basan yıllar öncesinin “ A Field of Dreams/Düşler Tarlası”, ya da “Auguste Rush/Kalbinin Sesini Dinle”. Konu benzerliğinden çok, her iki filminde yürekleri ısıtan hoşluğunu hala hissediyor olmamız.
Psikiyatri, işlenen mizaç, aşk, şiddet, korku, tutku ve bağımlılık gibi konular nedeniyle beyazperde ile yolu sık sık kesişen bir bilim dalı. Normal-dışı davranışlara odaklanan psikiyatrinin amacı, farklılığı göstermek, farkındalığı artırmak ve farklı olanı tedavi etmek. Kısacası tutku, kıskançlık, şiddet, bağımlılık gibi düşünce, duygu ve davranışlarımızı farklılaştıran hallerle ilgili. Gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelen sinemada ise bu hallerle tekrar tekrar yüzleşiyoruz. Bu haller belli bir yorumla bize sunuluyor.
Davranışlarımızı değiştiren hallerle yüzleştiğimiz filmlerde bir hikmet görebilmek ise ârifin işi. Ancak biraz önyargısız bakabilirsek, ahlâkî normların dışına çıkmış bile olsa her çeşit filmden ders alınabileceğini görebiliriz. Dünyada bizim gibi olmayan, ama sanatçının büyüklüğünü gösteren ne kadar farklı yaradılmış olduğunu bu filmlerde görürüz. Sinema, bazen kitap gibi insana kendi hayat hikâyesini okur. Beyazperdedeki aynada kendi hâlini seyreden insan, başkasına gülüyor ya da ağlıyormuş gibi hisler duyarken, aslında kendi haline güler, ağlar.
Her devirde insan, o devrin ilmine göre farklı filmlerden zevk almıştır. Bugün “Matriks” ile Yaradan’ı bulan insanlar, yetmiş yıl önce “Casablanca”da işlenen fedâkârlıkla, “Rüzgârlı Tepeler”’deki nefretle, “Elmacı Kadın”daki yardımlaşma ile Yaradan’ı hissettiler. Ters örnek olarak ‘Kuzuların Sessizliği’ filmi, iyi ve kötü olarak iki zıt kutupta bulunanların dehāsını ve bu iki dehā arasındaki ince çizgiyi ortaya çıkardı. “Matriks” ve “Yüzüklerin Efendisi” nefsimizle olan savaşta nefsimizin ölümsüz bir düşman olduğunu ve ömürlerin sadece bu savaşla geçtiğini hatırlattı. “Şeytanın Avukatı” bunların içinde belki de en etkileyici olanı. Al Pacino’nun son derece sevimli hale getirdiği şeytan, bir ayna olarak bize çirkinsek çirkinliğimizi, güzelsek güzelliğimizi ortaya çıkaran bir gerçeğini seyrettirdi. Bir anlık gafletle makamların en aşağısına nasıl kolaylıkla inebileceğimizi görmenin dehşetini yaşattı.
Sinema, insanı kolaylıkla kendi hakikatine, hata ve doğrularına iletebilir. Gülün güzelliğini açık eden, gülü görmeyi becerebilen gözdür. Beyazperdedeki aynada kendimizi görebilme seviyesine ulaşırsak ne mutlu bize.
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!