1990’lı yılların başlarında eski Sovyetler Birliği’nde değişik ülkelere gitme fırsatım olmuştu. En çok dikkatimi çeken durumlardan birisi, karşılaştığım, evlerine gittiğim, ders verdiğim öğrencilerin hemen hepsinin anne babasının üniversite mezunu olmasıydı. Bu özellik Moskova’dan Azerbaycan’a, Özbekistan’dan Kazakistan’a kadar böyleydi. Çocuk doktoru, kimya mühendisi, petrol mühendisi, felsefe mezunu, fizik doktoru anne babalar göz kamaştırıyordu. Etkilenmemek, hele üniversite problemini çözememiş, hala lise mezunu gençlerine ilgi ve yeteneklerine uygun nitelikli yükseköğretim fırsatları sağlayamamış bir ülkenin akademisyeni olarak, hayran olmuştum. Sonrasında ise bu kadar çok yüksek öğretimli insandan oluşan bir sistemin çöküşüne anlam verememiştim.
Ülkelerin eğitimli insan kaynağının, ülkelerarası rekabette olduğu kadar, kurumsal ve sosyal düzenin geliştirilmesinde ve beşeri refahın arttırılmasında da tayin edici konumda olduğunu bildiğimiz için, Sovyet sisteminin bu kadar eğitimli insana sahipken çöküşü bana garip gelmişti doğrusu. 50 yıl dünyanın en güçlü iki gücünden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf bir ülke oluvermişti. Yaratılmış olan büyük toplumsal servet, akıl almaz bir biçimde talan edilmişti.
Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi eğitilmiş kadrolarına sahip, sınırsız doğal zenginliği ve büyük bir askeri gücü sahip Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu. Çöküşün gerçek nedeni neydi? Kimileri çöküşe, yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal emperyalist’ yönetimlerin, kimileri ise ‘Stalin’ despotiziminin sebep olduğunu söylüyor, diğerleri ise tüketim malları üretimindeki yetersizliğin, kültür devrimi eksikliğinin, emperyalist propagandanın, ahlaksal çöküşün asıl sebepler olduğunu sıralıyordu. Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi.
Bir eğitimci olarak belki de hiç sorgulanmayan veya yeterince üzerinde durulmayan bir değişkenin çok güçlü bir etken olarak incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yakından bakıldığında, Sovyet eğitim sisteminin gerçek anlamda bir eğitim değil, sadece istatistikleri yukarıda göstermek için yapılan bir tasarruf, ideolojiyi öğretmek için oluşturulmuş süreçler bütünü olduğu söylenebilir. Sovyet sistemi çöktükten sonra dünyanın pek çok yerinde çocuk doktoru hastabakıcılar, kimya mühendisi inşaat işçileri, yüksek mimar bavul ticaretçileri gördük. Sovyet sistemindeki bu diplomalar sadece o sistem içinde geçerliydi. Kapalı devre sistem çökünce, insanlar sadece okuryazar konumuna düştüler. Sistemin dışında gerçek işini yapacak çok az insan vardı. Halbuki yetişmiş insanın göstergesi her yerde değerli olmasıdır. Bir insan mesleğini dünyanın her yerinde icra edebiliyorsa aç kalmaz. Bunun için iyi bir alan bilgisi, problem çözme becerisi, dünyada geçerli bir yabancı dil ve kendine güven yeterlidir.
Sovyet eğitim sisteminin çöküşü ibret verici olmalıdır. Üniversiteler olarak en çok dikkat etmemiz gereken, bir istatistik olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemizdir. Neyi, niçin, nasıl yapıyoruz soruları ciddi anlamda tartışılmalı, kimin işine yarayacağı, ülkeye ve mezunlara nasıl faydalı olacağı belli olmayan pek çok bölüm ve programda binlerce öğrenci okutulmamalıdır. Örneğin yakın zamana kadar üniversite tercih kılavuzlarına bakıldığında, pek çok üniversitede hem birinci hem de ikinci öğretimi açılmış “dış ticaret”, “iktisat”, “muhasebe”, “uluslararası ilişkiler” gibi programların olduğunu görürsünüz. Bu programların bazıları içerikleri itibari ile güçlü yabancı dil öğretilmesi gereken programlardır. Acaba programlar açılırken dil öğretimine, öğrencilerin mezuniyet sonrası işlerine yarayacak derslerin verilip verilmediğine, daha da önemlisi mezun öğrencilerin hangi sektörlerde istihdam edileceğine bakılıyor mu?
İstihdamı olmayan bölümler açmanın, bu bölümlerde okumanın pek çok sıkıntı yaratacağı açıktır. Lise mezunu bir genç asgari ücretle iş bulur çalışırsa memnun olur ama üniversite okumuş bir genç mutsuz olur. Cumhuriyetin 100. yılına çok yaklaştık. İki yüze yakın üniversitemiz var. Ancak bu sayının anlamsız bir istatistik olarak kalmaması, eğitimle uğraşan her birimin sorumluluğudur. Bu da mezunlarımızı alanlarında istihdam edilebilir kılmak, yurt dışında çalışabilir bilgiyle donatmak ve yabancı dilde mesleklerini icra edebilecek şekilde eğitmekle mümkündür. Yoksa Cumhuriyetimizin 100 yılında kendilerine ve ülkeye hiçbir faydası olmayacak işlerle yılları heba olmuş çok sayıda insanımız olabilir. Bazı kayıplar yenilebilir ama gençliği, zekası ve hayalleri kaybolmuş, belli bir yaşa gelmiş ama bir beceriye sahip olamamış insanlar ciddi bir toplumsal probleme yol açacaktır. Eski Sovyet eğitim sistemi önümüzdeki en canlı örnek değil mi?
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!